28 Eylül 2016 Çarşamba

Savaş ve Barış

Edebiyat dünyasının en karizmatik karakteri Prens Andrey Bolkonsky’dir ve o da Savaş ve Barış’tan çıkmıştır. Aslında Lisa, baba Bolkonsky, Süvari Yüzbaşı Vaska Denisov da son derece iddialı karakterler ama Andrey bu işin nirvanası. Efendim kitap Napolyon’un Avrupa’yı önüne katıp doğuya doğru ilerlediği dönemde Rusya’da geçiyor. Kitabın başında Napolyon henüz Avusturya ile uğraştığı için Rusya’ya gelene kadar kah savaş dönemi kah barış dönemi yaşanıyor. Barış zamanı için aynı şeyi söyleyemeyecek olsam da savaş kısımları su gibi akıp geçiyor. O seksen sayfayı nasıl okuduğunuzu anlamıyorsunuz bile. Neden? Andrey var çünkü. Arada ufak çaplı yiğitlikler yaparak olaya heyecan katıyor. Kalan zamanlarında da hayatın anlamını falan sorguluyor. Filozof yönü de var yani. Bu filozofluğa da savaşta başlıyor. Er meydanında düşmana doğru hücum ederken vücuduna isabet eden bir kurşunla sırtı yere geliyor ve o hayatını değiştiren gökyüzünü görüyor. Bu gökyüzünün tanımı, Andrey’in hisleri, düşünceleri olağanüstü güzel yazılmış. Bu olaydan sonra Andrey adeta yeniden doğuyor ve ilerleyen zamanlarda derviş-i dervişan-ı Moskova ünvanını kazanıp “bu dünya kimseye kalmaz” düsturuyla hareket etmeye başlıyor.
       Andrey’in haricinde daha neler neler var ama içerik hakkında spoiler vermemek adına daha fazla yazmıyorum. Başrol Pierre’den bahsetmedim mesela düşünün. Şimdi isimler konusu, evet karışık. Yani karışık değil de ilk sayfalardaki birkaç net olmayan ifade işi karıştırıyor. Nataşa ile Sonya kardeş değiller. Kardeş gibiler, aynı evde büyümüşler ama kardeş değiller. Boris’in bu aileyle herhangi bir yakın akrabalığı yok. Boris Sonya’yı seviyor, Nataşa’yı değil. Ha bir de bizim Prens Andrey’in babası da prens. Adam Rus çarının oğlu değil yani. Bunlarda prenslik babadan oğula.
       Kitabın, BBC tarafından çekilmiş 6 bölümlük güzel bir dizisi de mevcut “War and Peace” adında. Kitabın ortalarında falan açar ilk bölümü izlersiniz. Sakın kitaptan ileri geçmeyin zira dizi çok yüzeysel geçiyor. Topçu Yüzbaşı Tuşkin’i hiç göstermemişler mesela. Kitabı okumayan birisi için çok anlamsız kalıyor dizi. O yüzden kitabın gerisinden getirerek izlerseniz daha iyi. Sayfa sayısından da korkmayın, ilk 70-80 sayfadan sonra kitap kendini çok güzel okutuyor.
Eren

27 Eylül 2016 Salı

Dünya Savaş Tarihi I.Cilt (Ortaçağ (500-1500))

    "Denizlere hakim olan cihana hakim olur." Devletler tarihinde popüler olan 'başat güç teorisinin' sahibine ait değil bu söz.Ondan dört asır önce yaşamış Kapudan-ı Derya Hayreddin Paşa'ya ait! Mazideki büyük şahsiyetlerin gerçek değerini söylencelerden doğru bilgiye taşımanın yolu tarih okumaktır.
       Ortaçağ savaşları hakkındaki fikrimiz çoğunlukla edebiyata ve sinemaya dayanır.İtiraf etmek gerekir ki, basitliğine rağmen oldukça ilgi çekicidir o asil kıyafetler, onuru için ölen savaşçılar, şövalyelerin artistliği...
       Eğer Ortaçağ'ın büyük muharebeleri ve kahramanları hakkındaki bilginizi efsanelerden öteye taşımak istiyorsanız bu alanda Türkçe'deki en iyi eseri tanıttığımı söyleyebilirim. Keza maalesef dilimizde bu konu hakkında eser sayısı yok denecek kadar az. Üstelik bu seri akademik kaygıdan ziyade genel okuyucu kitlesine hitap edecek bir şekilde hazırlanmış, haritalar ve görsellerle desteklenmiş.
      Son olarak 1241'de Moğolların neredeyse bütün Avrupa'yı(evet tamı tamına 150000 kişi) 3 günde nasıl yendiğini hatta kelimenin tam anlamıyla yok ettiğini öğrenmek kitaptaki şaşırtıcı bilgilerden sadece birisi. Ayrıca strateji oyunları için harika taktikleri içinde barındırdığını da belirtelim.

-Burak

25 Eylül 2016 Pazar

Beyaz Zambaklar Ülkesinde

İlkokul yıllarında bu kitabı hep Vadideki Zambak’la aynı zannederdim. Çeviride anlaşmazlık gibi yani. Arkadaşlar değil. Ben yandım siz yanmayın. Bilseydim dünya klasiği olmadığını çok daha erken okurdum. Aslında belki öylesi daha kötü olurdu, neyse, hüküm vermek zor.
Öncelikle bu kitap, bambaşka bir kitap. Bakmayın öyle kısa oluşuna, 600 sayfa dolu dolu kitaptan daha çok etkiler sizi. Düşündürür, sorgulatır, günlük hayatta sürekli hatırlatır kendini. Hakkında yazılanları okuyunca, “e biraz abartmışlar” demiştim. Yok. Abartmamışlar. Etkiliyor. Öyle ağır bir kitap da değil, bildiğin masal gibi. Gayet akıcı bir şekilde gidiyor. Kendisini okumak yaklaşık iki saatimi aldı. Kitap, Finlandiya’nın bir bataklık halinden 1920’li yıllara nasıl geldiğini anlatıyor. Bir nevi günümüze nasıl geldiğini anlatıyor dersek yanılmış olmayız. Günümüz Finlandiya’sını düşünün, sosyal yapıyı, eğitimi, kültürü, insanını. İşte bu değerlerin, sürekli bir komşusunun yönetimi altında kalmış, halkın doğru düzgün okuma yazma bile bilmediği topraklarda nasıl geliştiğini anlatıyor kitap. Bunu da o kadar yalın yapıyor ki, yazara “neden detaylandırmadın” diye soruyorsunuz.
Okumayı düşünenler gözü kapalı gitsin alsın, okumayı düşünmeyenler de bir an önce düşünsün. Bakın çok ciddi söylüyorum başka hiçbir kitabı böyle hararetli ve coşkulu bir şekilde tavsiye edeceğimi zannetmiyorum. Kendimi bu kitabın okunmasına adayabilirim. Keza cumhuriyetin ilk yıllarında bizzat Atatürk tarafından da tavsiye edilmiş bir kitaptır. Harp okullarında okutulmuş, öğretmen okulu öğrencilerine mezuniyet senelerinde hediye edilmiştir. Velhasıl, okuyunuz. Kesinlikle pişman olmazsınız.  

Eren

24 Eylül 2016 Cumartesi

Bozkurtların Ölümü

Bozkurtların Ölümü kitabı içerisine bolca tarihi bilgi serpiştirilmiş bir ütopyadır. Okurken kendimi içerisinde hissettiğim birçok kitap var ama Bozkurtların Ölümü içinde olmayı isteyeceğimiz bir dünya. Çünkü öyle müthiş bir ahlak toplumu oluşturulmuş ki sizi de içine çekiyor. Karakterler adeta karşınızda duruyor. Duygulara hitap eden bu kitap tam bir gençlik romanı. İlkokul zamanı okumaya çalışıp yarım bıraktığım bu kitabı üniversitede 3 günde bitirdim. Tarihi bir kitap arıyorum ama akıcı olsun diyorsanız kesinlikle başlangıç kitabınız karşınızda duruyor. Yer yer yavaşlasa da oluşturduğu merak duygusu sizi sürükleyecek ve kendini okutmanın yanı sıra yazarın diğer romanlarına da yöneltecektir. Ayrıca yazarı Atsız’a düşünce yapısı olarak karşı olsanız bile merak etmeyin, didaktik bilgi yerine ortaya konulan ütopya ve romantik anlatım sizi asla sıkmayacaktır. Bu bir fikir kitabı değil tarihi romandır ve tarihi roman okuyacakların eşik kitabıdır. 
-Oğuz

23 Eylül 2016 Cuma

Ulusların Düşüşü

“Tarih, kaderden ibaret değildir!” Her ne kadar iddialı bir söz olsa da alelade söylendiğinde kulağa o kadar gerçekçi gelmeyebilir. Tabii bu iddianın sahipleri; henüz genç yaşında dünya çapında ödüllere layık görülen bir MIT iktisat profesörü(üstelik bizim topraklardan!) ve Güney Amerika-Afrika uzmanlığıyla bilinen bir Harvard siyaset profesörü olduğunda bu söz okuyanda haklı bir merak uyandırıyor.
     Sanayi Devrimi’nin neden Moldova’da değil de İngiltere’de başladığını, Afrika’nın talihsizliğinin gerçek sebeplerini, bir ABD vatandaşının Etiyopyalı birinden 40 kat daha müreffeh bir hayat yaşamasının arka planını merak edebilecek okura has bir keyfiyettir bu cüsseli iddia hakkında düşünebilmek. Böyle sorular pek ilginizi çekmeyebilir ama yaşadığımız dünyayı anlamak adına; -kitabın alt başlığında da dediği gibi- ‘güç-zenginlik ve yoksulluğun kökenlerini’ yahut içme suyu dahi olmayan insanların elmas madenlerinde ömür tükettikleri halde nasıl arkalarında bir dikili ağaç bile bırakamadan gittiklerini öğrenmek iyi bir başlangıç olabilir. Dünyayı anlamak adına…Olumlu ve bilindik bir örnek olarak, Japon mucizesinin miladı olan Meiji Restorasyonu’nun bizdeki reformlardan farkının, samurayların sömürüsüne son veren esaslı bir liyakât sistemi olduğunu öğrenmek gelecek adına size bir fikir ve ümit verebilir.
        Ama bu kitabı farklı kılan asıl özelliği, dünyamız hakkında bize dayatılan kulaktan dolma bilgilere zerre prim vermemesidir. Unutmayın “sığlık bulaşıcıdır!” Kitapta bir kısmı tarihe karışmış 62 ülkeden bahsedilmesi, kitabın kapsamı hakkında yeterince tatmin edicidir. Eğer birkaç sayfada bir dünyanın bir ucundan öbürüne seyahat etmeye, fakirliğin ve zenginliğin uç noktalarını sebepleriyle görmeye dayanıklıysanız günümüz dünyasının anahtarlarından birini gönül rahatlığıyla okuyabilirsiniz.
       Kısacası, abartılmış övgü, yergiyle aynı işlevi görür. Lakin bu şaheserin kıymetini takdir etmemek yazarlarına karşı haksızlık olacaktır. Sadece iktisata, tarihe veya siyasete ilgi duyanlar değil, insanlığın serüveni hakkında bir bakış açısı arayan herkes bu kitaba bir göz atmalı…Çünkü Goethe’nin de dediği gibi "Üç bin yıllık geçmişinin hesabını yapamayan insan günübirlik yaşayan insandır".

-Burak

21 Eylül 2016 Çarşamba

Bir Gün Tek Başına

Daha önce hiç okumadığınız bir yazarla tanışmayı 600 sayfalık bir kitapla yapmak ne kadar zor olsa da yoğun ısrara dayanamayıp okuduğum bu kitabın bende yeri ayrıdır. Müthiş bir sürükleyiciliği olan bu roman yazarın düşünceleriyle ara sıra kesilse de akıcılığından hiçbir şey kaybetmemiş. Bir Kenan bir Günsel arasında giden anlatıma katılan Kenan'ın iç sesi bana Oğuz Atay romanlarını hatırlattı. 1960 darbesine giden süreçte hem ülkenin durumu hem de toplumun durumunu anlatan kitapta karamsar bir hava olsa da attırdığı kahkahalar o karamsar havayı dağıtmış. Birisi benden kitap önerisi mi istedi, direkt Bir Gün Tek Başına. Abi kitap okumak istiyorum da yok mu şöyle akıcı bir kitap diyene ilk önereceğim roman bu roman. Sizi öyle bir içine çekiyor ki okumaya başladığınız anda kafanızda bu kitap dışındaki her şey otomatik pilota bağlanıyor. Mola verip su içmeye giderken bile "Şimdi bu işin içinden nasıl çıkacak" diye karakterlerin yerine kafa patlatıyorsunuz. 40lı ve 50li yaşlardaki birçok kişinin has romanlarındandır. Siz de çok seveceksiniz.

-Oğuz

Genç Werther'in Acıları

Genç Werther’in Acıları... Zannediyorum kitaba daha açıklayıcı bir isim konulamazdı. Aşk acısı mı çekiyorsunuz? Seviyor ama söyleyemiyor musunuz? Sizi arkadaşı olarak mı görüyormuş? Mutluluğu başkasında mı bulmuş? Bu sorulardan en az birine cevabınız evet ise ve onu her gördüğünüzde arka planda Cengiz Kurtoğlu’ndan Yarimi Ellere Gelin Etmişler çalıyorsa, bu kitapta kendinizden bir şeyler bulmamanız mümkün değil. Bizim Werther de aynen böyle. Memleketteki arkadaşına, aşkını anlatan mektuplar yazıyor. Kitap da bu mektupların toplamı gibi bir şey. Tabii sadece arkadaşına yazmıyor. Lotte var. Esas kız. Ona da yazıyor. Hatta mektuplara bir “Ah Lotte...” diye girişi var, hakikaten ah Lotte yani...
       Kitap, Rus yazarların realizm hegemonyasından kurtulmak isteyen, romantik, hem de dünya klasiği olmuş bir eser arayanlar için gayet uygun. Kendisi hem edebi açıdan romantik, hem günlük konuşma dilinde romantik. Goethe’nin aynı zamanda önemli bir şair olduğunu öğrendiğinizde şaşırmıyorsunuz.
      Kitapta çok olay olmuyor. Dediğim gibi mektuplar üzerinden ilerliyor, küçük bir kasabada geçiyor.  Daha çok kahramanımızın çalkantılı iç dünyasını, buhranlarını, saf duygularını anlatıyor ve yer yer psikolojik tespitlerde bulunuyor. Velhasıl, Rus klasiklerindeki isim karmaşasına ara verip beş altı karakterli bir kitap okusam fena olmaz diye düşünüyorsanız alın okuyun, kütüphanenize güzellik katar.                                                                                                                                                                                                                            
-Eren